SINIRDA BEKLEYEN ADAM

Cumhuriyetin ihtişamına hayran kalır, kutlarız.
Sonuçları seviyoruz.
Parlak olanı. Işığıyla göz kamaştıranı.
Bitmiş, tamamlanmış, adına “zafer” denmiş olanı.
Çünkü sonuca bakmak kolay.
alkışlamak, yasın ağırlığından hafif.
çakır gözlerdeki ışıltı göz alıcı.
Geceler süren bir çöküşten geçmiş o ışığın içinde kayıplarını da görebilir miyiz?
Çöken enkazın altında nedenleri bir araya getirebilen düşünce gücüne sonucu yaratmaya muktedir o iradeye yaklaşabilmek..
Sınırda bekleyen bir adamın henüz ayağa kalkma vakti gelmeden de ileriye götüreceği o fikrin gücünü hissedebilmek…
Yoksa sadece ışık varsa mı değerli oluyor her şey?

Cumhuriyeti ileri taşımak istiyorsak yaşanan kayıplarla, kabul görmemiş acılarla da yüzleşebilmeliyiz. Kuruluşun ardında karanlıkta bırakılan her bir moralsizliğin, kayıpların, çöküşlerin; uzakta bir gölgede büyüyüp, yıkıcı olmaya bir gün geri dönmemesi için.

Ali Rıza Efendi: Sınırda Bekleyen Adam

Bir liderin bağımsızlık mücadelesini anlamak için önce onun baba figürüyle kurduğu ilişkideki tanıklıklarını, kayıplarını, hayal kırıklıklarını görmek gerekir. ”Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” bu ilke bir liderin siyasi gücünden doğan irade anlayışıdır ve aynı zamanda insanın kendi içindeki otoriteyle kurduğu ilişkiyi hissettirir. Osmanlı’nın son döneminde, bireyin iktidar karşısındaki yalnızlığı egemenlik istencininin ruh halini şekillendirmiştir. Bu yalnızlığın izini bir baba figüründe, sınır hattında görev yapan bir memurun hikâyesinde sürmek mümkündür. Türkiye Cumhuriyet’inin kurucusu, Milli Mücadelenin öncüsü olarak tarihe geçen Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatında Ali Rıza Efendi sadece bir baba değil; sınırda kalan, çaresizliğe karşı mücadele eden bir kişiliktir.

”Ali Rıza Efendi adeta sınırda bir devlet gözü’dür. ”

Mustafa Kemal’in babası gümrük memuruydu. Gümrük memuru, fiziksel ve hukuki anlamda “sınırları koruyan, denetleyen” kişidir. Bu, kişinin deneyimlerinde ya da hayatında “geçiş noktalarını, sınırları, engelleri kontrol eden, koruyan” bir rolü sezdirir. Ancak bu geçiş noktalarında haraçlar, zor kullanmalar, tehditler ve içeriden dışarıya karşı konulamayan tavizler de vardır. Bu deneyim alanı ”egemen yokluğuna” doğrudan kişiyi tanık tutar.

Ali Rıza Efendi adeta sınırda bir devlet gözü’dür. Papazköprüsü gibi ıssız ve tehlikeli bir sınır geçidinde görev yapması onu doğrudan dış tehlikelere dolaylı olarak da merkezi otoritenin kapitülasyonlarla gösterdiği tavizlere ve bu tavizlerden sızan haraç kesici rum çetelerinin şiddetine maruz bırakır. Bu durum vergiyi tahsil etmekle görevli Ali Rıza Efendiyi devletin celiskili konumunda denetlemesini sınırlandırır.

Devletin dış ticaretten gelir sağladığı ana kaynaklardan biri olan gümrük gelirleri Osmanlı’nın dış borçlarını ödemesinde hayati rol oynarken öte yandan Avrupa devletleriyle yapılan ticaret anlaşmaları nedeniyle düşük oranlı gümrük vergileri uygulamak zorunda kalıyordu. Yoğun dış baskılar şöyle dursun(!) iç baskılarda bu görevin toplum önündeki imajında ikilik yaratıp Ali riza efendinin vazifesini çetin kılmıştır. İçerde, toplum ve iktidar arasında yaşanan sosyo-ekonomik çatışmalar halkı güvensiz ortamda yalnız bırakıyordu. Rum çetelerinin saldırıları karşısında yalnız kalan halk otorite tarafindan asayiş sağlanamamasi nedeniyle oluşan güvenlik boşluğu atmosferinde kendi kaderini tayin etmeye itilmişti.
Bu bir otorite kırılmasıdır. Toplum ruh halinde; merkezi otorite güvenliği sağlayan değil terk eden bir varlık olarak algılanmaya başlanır.

Gümrük Memurluğundan Gönüllü Askerliğe Geçiş: Yetkisizlikten Eyleme

Ali riza efendinin gümrük memurluğundan gönüllü askerliğe uzanan bu geçişi sadece kişisel bir kariyer değişimi olarak yorumlarsak yetersiz kalır; iktidar, aidiyet, hayal kırıklığı ve yeni ideallerin doğumu üzerine güçlü ruhsal çıkarımları bize sezdirir.
Ali Rıza Efendi kaynaklara göre Osmanlı-Sırp Savaşı’nın başladığı günlerde üsteğmen rütbesiyle Selanik Askerî Milliye Taburu’nda gönüllü asker vazifesiyle Selanik’in Islahane Mahallesi’nde, Emir Bostan’da ve Numan Paşa Camii avlusunda askeri talimler yaptırdığı söylenir. Gümrük memuruyken Avrupa devletlerinin ekonomik baskısı altında meşru vatandaşı olduğu iktidarın egemensiz tavizlerine şahit olandı. Etki gösteremeyen bir bürokrat kimliğinden etki göstermeye hareket eden onarıcı bir rol üstlenme çabasıni görürüz. Gençlere talim yaptıran Ali Rıza Efendi eğitimle, disiplinle, düzenle bedeni yeniden üretmeye gönüllü olduğunu gösterir.

Merkezi otoritenin istikrarsızlığına duyulan güvensizlik ekonomik zorunluluğun gerektirdiği yeni arayışlara yol açar. Ali Rıza Efendi bu defa ticari hayatta aksiyon alır. Burada da iktidar- yasa boşluğunda eşkıya şiddetinin yaptırımsız hareket edişi ticari girişimlerini neredeyse başarısız kılar. Neredeyse dedim çünkü tam anlamıyla değildi; biriktirebildiği parayla ailesini güvende tutacağı Selanik’teki meşhur pembe boyalı evi inşa ettirebilmişti. Bir zaman sonra süregelen ekonomik kırılganlık, ticari bağımsızlığın ”başıboş ağların” elinde oluşu kimi ulusları zenginleştirirken başka ulusları yalnız bırakmıştır. Oysa ”meşru biçimde” hepsi bir merkezi otoriyeye bağlıyken.

Ticarette yaşadığı başarısızlıklar sonucu hem ekonomik hem de moral olarak çöken Ali Rıza Efendi devletin ve piyasanın dışında kalmanın neticesinde yaşadığı buhran onun otoritesini dış dünyada yeniden inşa edememesine rağmen iç dünyasında ileri görüşlü, güçlü bir yapıdadır; bu kişiliği oğlu Mustafa’nın yenilikçi bakış açısıyla eğitim hayatına özen göstermesinde kendini gösterir. Bu yönüyle Ali Rıza Efendi sembolik olarak hem bir çöküş çağının tanığıdır hem de yeni bir çağın doğumuna miras aktarıcısı…

‘Sınırda bekleyen bir adamın henüz ayağa kalkma vakti gelmeden de ileriye götüreceği o fikrin gücünü hissedebilmek…”